İstanbul'dan Paris'e
Bu hafta, bir dönemin fotoğraf merkezi olan İstanbul ve Paris'teki iki sergiyi keşfettiğim enteresan bir yönüyle odağıma alıyorum.
Selam,
Kamerayla dışa aktardığım dünyanın içinde, zamanla kelimelerin de bir çıkış yolu aradığını fark ediyorum. Şimdi bu e-bülten aracılığıyla hem düşüncelerimi hem de hislerimi paylaşmaktan büyük bir heyecan duyuyorum.
Geçtiğimiz hafta, İstanbul Araştırma Enstitüsü Galerisi’nde “Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi” başlığıyla açılan sergide, mimar ve fotoğrafçı Arif Hikmet Koyunoğlu’nun arşivini inceleme şansım oldu. Bugünün perspektifinden baktığımızda izleyicisini 20. yüzyıl başından 1930’lara kadar uzanan görsel bir yolculuğa davet eden Koyunoğlu, kamerayla 10 yaşında tanışıyor. İlk empatiyi burada yapıyorum ve 14 yaşımdan bu yana hayatımın yönünü ve algısını değiştiren fotoğrafla olan tanışıklığımdan güç alıyorum.
Fotoğraf üzerine düşünmenin hayata çeşitli yönlerde etki eden belirgin faydalarını görüyorum. Bakışların üzerine çıkabilme ihtimali her zaman çok yakınınızda durur ve dünyadaki bedenli varlığınız sadece sizinle anlam kazanmayan bir hale evrilir. Anlam kazanacak birçok şeyi kapsayan bir tür dönüşüm bulutu olarak dünyaya tesir etmeye başlarsınız.
Arif Hikmet Koyunoğlu’nun ailesi tarafından Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na bağışlanan arşiv, cam negatifler, asetatlar ve baskı fotoğraflardan oluşuyor. Koyunoğlu’nun kadrajında sadece bir mimarın değil, hayatı dikkatle izleyen bir insanın bakışı var. Fotoğraflar, hem onun kişisel hikâyesine hem de Türkiye’nin değişen yüzüne dair sessiz ama güçlü bir anlatı kuruyor. Bazen bir evin köşesinde, bazen bir kalabalığın içinde yakalanan bu anlar; geçmişe tanıklık etmekle kalmıyor, bugünle bir bağ kurmamıza da yardımcı oluyor.
İstanbul, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin tüm sarsıcı dönüşümlerine tanıklık eden, aynı zamanda fotoğraf sanatının gelişiminde önemli bir merkez olarak öne çıktı. O dönemde şehir, sadece siyasi ve kültürel bir başkent olmakla kalmayıp, fotoğrafın belgeleyici gücünü ve estetik potansiyelini keşfeden sanatçılar için canlı bir üretim alanıydı. Fotoğrafçılar, İstanbul’un sokaklarını, insanlarını, mimarisini ve gündelik yaşamını kaydederken, modernleşmenin getirdiği değişimleri hem sanatsal hem de tarihsel bir perspektifle belgelediler. Bu süreçte İstanbul’daki fotoğraf stüdyoları ve atölyeler, yeni teknolojilerle buluşarak hem yerel hem de uluslararası düzeyde dikkat çekti. Fotoğraf, sadece bir kayıt aracı olmaktan çıkarak, dönemin sosyal ve politik dinamiklerini yansıtan güçlü bir anlatım biçimine dönüştü. İstanbul’un bu dönemdeki fotoğraf üretimi, tarihin görsel hafızasına derinlik kazandırırken, çağdaş sanat pratiği için de sağlam bir zemin oluşturdu.
Paris ise aynı dönemde, Avrupa’nın sanat ve kültür başkenti olarak fotoğraf sanatının düşünsel ve deneysel merkezlerinden biri oldu. Burada, fotoğraf yalnızca teknik bir araç değil, aynı zamanda sanatın sınırlarını zorlayan, yenilikçi bir ifade biçimi olarak gelişti. Paris’teki önemli kütüphane ve müzeler, fotoğrafın arşivlenmesi ve korunmasında öncü rol oynadı; bu kurumlar günümüzde de fotoğrafın tarihsel ve kültürel önemini yaşatıyor.
İstanbul ve Paris, 20. yüzyılın başlarından itibaren fotoğrafın farklı boyutlarda ve zenginlikte geliştiği iki ayrı ama birbirini tamamlayan merkez olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul, değişen toplumsal dokunun ve tarihsel olayların görsel tanığı olurken, Paris bu görsel dilin teorik ve sanatsal temellerinin atıldığı bir ortam sundu.
İstanbul Araştırma Enstitüsü Galerisi’ndeki sergiyle eşzamanlı olarak Paris’te de fotoğraf eksenli bir sergiye denk gelmek, bu iki şehri zihnimde birbirine bağladı ve bana güçlü bir ilham kaynağı oldu.
Paris’teki Centre Pompidou, Eylül 2025’te beş yıl sürecek bir yenileme sürecine giriyor. Binanın kapanmasından hemen önce, lens tabanlı üretim yapan sanatçı Wolfgang Tillmans’a, kamu kütüphanesi olan BPI’nin (Bibliothèque publique d'information – Kamusal Bilgi Kütüphanesi) 6.000 metrekarelik ikinci katı tamamen teslim edildi. Bu boş ve izlerle dolu mekân, geçmişten bugüne yayılan bir düşünce ve görsel hafıza alanına dönüşüyor.
Tillmans’ın sergisi klasik bir retrospektif değil; kronoloji değil, mekâna özel olarak şekilleniyor. Fotoğraflar, videolar, ses yerleştirmeleri, kitaplar, dergi işleri ve dijital medya içerikleri bir arada yer alıyor. Bazı eserler devasa boyutlardayken, bazıları minik kartpostallar gibi; kimi çerçeveli, kimi doğrudan duvara asılı olarak sunuluyor. Bu çeşitlilik, izleyicinin sadece bakmasını değil, düşünmesini de teşvik ediyor.
Tillmans, bu sergiyle izleyiciye şu basit ama derin soruyu yöneltiyor: “Ne biliyoruz ve bunu nasıl biliyoruz?”
İstanbul ve Paris gibi iki önemli fotoğraf şehrinde eşzamanlı açılan bu iki sergide, dikkat çeken ortaklık, odağın bir arşivden çok, arşivin içinde yaşayan bir mekâna—yani kütüphaneye—yönelmiş olduğunu görüyorum. İstanbul Araştırma Enstitüsü, açık erişimli kaynaklarıyla kendini bir araştırma kütüphanesi olarak konumlandırırken; Pompidou, ikinci katındaki geniş kütüphane alanını sessizce bir sanatçıya devrederek, görsel düşünceyle yeniden şekillenen bir mimari sürece alan açıyor. Fotoğrafa dair farklı zamanlarda sıkça vurguladığım, imajın dönüştürücü etkisi burada yeniden yapılandırma fikriyle birlikte düşünülmeye çağrılıyor. Bu durum, fotoğrafın düşünsel potansiyelini sadece belgelemek değil, mevcut yapıları dönüştürmek ve yeniden kurmak üzerinden okumamıza olanak tanıyor. İmgenin, yalnızca temsil değil, yapı söken ve yeniden inşa eden bir edim olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Arif Hikmet Koyunoğlu’nun arşivi İstanbul Araştırma Enstitüsü Galerisi’nde 17 Mayıs 2026’ya, Wolfgang Tillmans’ın “Nothing could have prepared us – Everything could have prepared us” başlıklı sergisi Centre Pompidou’da 22 Eylül 2025’e kadar görülebilir.